(Kahramanlar Sinemada’ya film eleştiri yazıları ile önemli bir katkı sağlayan Fatih Yürür’ün yeni film eleştiri yazısı Dylan Dog filmi için oldu. Teşekkürler Fatih… Bu yazıyı okumadan önce “Dylan Dog Kimdir?” başlıklı yazıyı okumak isterseniz burayı tıklayınız.)
Tamam biliyoruz, çizgi uyarlamalar –hele ki Avrupa’nın bağrından kopup gelenler- bildik bileli riskli projeler doğurmuştur. Bunun en yakın örneklerini hiç kuşkusuz adet yerini bulsun diye madara edilen Lucky Luke’da, mizah dozunu bir türlü tutturamayan Asterix serisinde ve emsallerinde defalarca gördük! Mesele çizgi serinin hangi kıtadan çıktığı değil elbette! Hangi ellerde bir başka görsel dalda, sinemada diriltilmeye çalışıldığı… Ruhuna ne kadar sadık kalındığı ve nihayetinde takipçilerini ne kadar tatmin edebildiği…
Tamam biliyoruz, her çizgi uyarlama, genel okuyucu kitlesinin ve çizgi seriden haberdar olmayan izleyicinin arasındaki uçurumun rakımını biraz olsun azaltabilmek adına, serinin ruhunu zedeleyebilecek hamleler yapmak zorunda kalabilir. Bunu da anlayışla karşılamak ve fanatizm mevzusunda fazla tutucu olmamak lazım gelir.
Tamam biliyoruz, son yıllarda sektörün daha fazla para basmasını sağlasalar da hala en az sevilen ve saygı gören filmler – ne yazık ki- çizgi roman uyarlamalarıdır. Aynı zamanda seyircinin salondan memnun ayrıldığı filmler içerisinde yüzdesi en düşük olan kısmı da çizgi roman uyarlamaları işgal etmektedir! Acı ama ne yazık ki tablonun bizlere gösterdiği resim tamamen bu!
Fakat diğer taraftan çizgi uyarlamalar, rağbetin en diri olduğu ve seyircisi en garanti olan türdür (bakınız son 5 yıl içerisindeki durdurulamayan çizgi uyarlama fırtınası…) İster bir blockbuster olsun, isterse ortalama bir b filmi… Çizgi uyarlamalar seyirciyi cezp etmeye bir süre daha hız kesmeden devam edecekler. Yine de bu sömürü, benzer hikayelerin fırınlanıp fırınlanıp önümüze konulmasına daha fazla kapı açacak, sadık izleyici kitlesinin bile bir noktadan sonra hazımsızlık çekmesini sağlayacaktır.
Bu bağlamda Dylan Dog, zaten pek çok öyküsü ile yer yer parodi sularında gezinen başarılı bir örnek. Dolayısıyla bu zamana kadar emsallerine rastlamadığımız bir hikaye silsilesi içine balıklama dalmasını beklemek de abeste iştigal. Fakat yine de serinin kendine özgü çizgisinde seyredebilecek bir hikaye çıkartmak da mümkün. En azından Sclavi’nin kalemi buna fazlasıyla müsaade ediyor! Fakat 2007 tarihli animasyon filmi olan Teenage Mutant Ninja Turtles dışında beyazperdede deneyimi bulunmayan genç yönetmen Kevin Munroe ve arkasında kalem tutan Thomas Dean Donnelly ve Joshua Oppenheimer’ın ortaya çıkardığı işin sağlam bir tarafının olduğunu iddia edebilmek pek de mümkün değil.
Tiziano Sclavi’nin Dylan Dog’a geçiş aşaması olarak düşündüğü ve Rupert Everett’den ilham alarak vücuda getirdiği Francesco Dellamorte’nin, Munroe’nun Dylan Dog’u ile arasında binlerce kilometre mesafe var. Kaldı ki, 1994 tarihli Cemetary Man / Dellamorte Dellamore’de; Michele Soavi’nin bir Dylan Dog hikayesinin nasıl anlatılacağı konusunda sağlam bir referans noktası oluşturduğu da bir gerçek! Fakat anlaşılan o ki Kevin Munroe bu noktaları pek de dikkate alma gereği duymamış ve beyazperde de kendi kurallarını koyduğu bir hit oluşturmaya çalışmış. Yine de yoldan sapması, karşımızdaki yapımı ne özgün ne de katlanılabilir kılmış.
Dog’un sinir bozucu espri makinası Groucho’nun yerini, Sam Huntington suretinde hayat bulan Marcus’un devraldığı (ki Grucho’dan çok daha sinir bozucu olduğu su götürmez bir gerçek!) serinin asıl darbesi Dylan Dog’a hayat veren Brandon Routh! Açıkçası ne Rupert Everett’in karizmasına ne de Dylan Dog’un vurdum duymazlığına ve duruşuna yanaşabilen Routh’un hangi akla hizmet karşımıza dikildiğini anlayabilmek güç!
Elbette sinema tarihi sarışın olduğu için küfür yedikten sonra, en başarılı James Bond figürüne dönüşen Daniel Craig’ler; ya da jön olarak kabul gördüğü için bir süre ciddiye alınmadığı halde gelmiş geçmiş en başarılı oyunculuk örneklerinden birini sergileyen Heath Ledger / Joker çeşitlemeleri gördük. Ama Routh’un teoride Dylan Dog bedeninde sırıtacağı düşüncesi, pratikte de tekerrür ediyor. Zaten donuk olan performansı ve espriden yoksun karakteri sebebi ile Routh, hayat verdiği karaktere kendisinden bir şeyler katabilme konusunda da sınıfta kalıyor.
Bildik bir Dylan Dog hikayesi var karşımızda. Bol vampirli… Bol kurt adamlı… Bol bol zombili… Bütün bu malzemeyi absürd bir mizah sosu ile okuyucusuna servis etmesini bilen çizgi roman serisinin aksine, film, elindekilerden hiç biriyle dişe dokunur bir atıştırmalık bile koyamıyor ortaya. Bütün mizah içeriğinin, filmin başından sonuna kadar zombi olduğunu kabullenemeyen Marcus’un her dakika daha fazla suyu çıkan ve insana fenalık getiren saçma sapan sorgulamaları ile işgal edilmesi de bir yerde haksızlık diye düşünüyorum.
Ayrıca ruhen b film armasına saygıda bulunmamasına rağmen sanki bir b filmiymiş gibi makyajlanmasını da, izleyicinin beklentisine bir çeşit tecavüz olarak görüyorum. Yönetmen Munroe, anlaşılan o ki Michele Soavi’nin Cemetery Man’e yaptığı dokunuşları ve belli başlı incelikleri eşeleyerek feyz alma zahmetine bile girme gereği görmemiş. Hal böyle olunca, Avrupa’dan koparılan maddi yatırımın da göz göre göre uçtuğunu gören yapımcıların oturup ağlaşması ne yazık ki yüreğimizi sızlatmıyor!
Bütün bu eksiler bir araya gelerek, sağlam bir b filmine eksiksiz malzeme sağlayabilecek bir çizgi serinin, insanı uyumanın eşiğine getiren vasatın altında bir uyarlamaya direksiyon kıran sinir bozucu bir şamataya dönüşmesini sağlıyor. Olan yine, bir miktar beklenti kırıntısı ile –hiç olmazsa ortalama bir b filmi izleme derdinde olan- izleyiciye oluyor!